28 Temmuz 2021 Çarşamba

ŞAHİNDERESİ KANYONU

 26.07.2021 Pazartesi

Dün Şahinderesi Kanyonu Jeep Safari Turuna katıldım.


Aslında ben hep beraber ailecek rahat rahat arabalarımızla Kazdağları'nı gezeriz diye planlamıştım.

Geçen gün bizimkilere konuyu açtığımda müthiş fikrim kimsenin ilgisini çekmedi. "Abla biz zaten her gün dağ bayır geziyoruz. Sen kendin tura katılıp da gez. " dediler. 

Bu arada siz de benim gibi şahsî arabam ile rahat rahat gezeyim kafama göre takılayım diye düşünüyorsanız hemen bu fikirden kurtulmanızı tavsiye ederim; şöyle ki mümkün değil (miş dün gayet iyi anladım.) Eğer arazi aracınız yoksa Kazdağları Millî Parkı'na şahsî araçla girmek akıl kârı bir iş değil; Yollar aşırı bozuk, yol yok!


 Sabah 10'da Akçay'dan aracımız hareket etti. Aşağıda gördüğünüz püfür püfür jeepimize bindik.


 Bizimle tanışmayan ne bizimle ne de kendi aralarında neredeyse hiç konuşmayan anne- baba ve iki kızı, konuşkan tatlış bir babaanne ve gelini ve 7 yaşındaki torunu, beni tur kankisi! ilan eden diğer bir yol arkadaşı bir de rehberimiz birlikte aracımızda 10 kişi idik.  Ekibimizi sevdim. 

 Altınoluk'a gelip Doyran Köyü'nü  geçtikten sonra ilk durağımız  Şahinderesi Kanyonu Seyir Terası...

Ama öncesinde bir çay molası verdik. Yeni demlenmiş taptaze dumanı tüten çayımızı içerken bir yandan da  rehberimizin  Kazdağları ile ilgili anlattıklarını dinledik. Rehberimiz bize evrenin oluşumundan başladı  Zeus Afrodit Hera derken Truva savaşı ile sonlandırdı ve neredeyse tüm mitoloji tarihini şöyle bir özet geçti. 

Ardından terasa çıktık. Kanyonu cam  bir terastan izledik. 

Manzara nefes kesici idi.

Buradan indikten sonra biraz ileride yine bir mola verip kanyonun muhteşem görüntüsüne  kendimizi bırakıyoruz.




Burada da manzaraya doyduktan sonra patika yollardan hoplaya zıplaya - araba çok sallanıyor da- yolumuza devam ettik. 

Önce zeytin ağaçları idi her bir yan. Sonra zeytinler bitti, fıstık çamları başladı. Sarsıla sarsıla yukarı çıktıkça hava sıcaklığı epey düştü. Fıstık çamları yerini kara çamlara bıraktı. Arada yollara sızan sular, çoban çeşmeleri kurumuş su yatakları her suyun yanında mutlaka çınar ağaçları ve daha önce hiç görmediğin değişik bitkiler vardı. 

Her taraf mis gibi çam kokuyordu. 

Ara ara yollar çok  daralıyordu. O zamanlar aracın içine  ağaç dalları giriyordu. Rehberiminiz büyük bir dal geliyorsa "sağlam bir dal geliyor hem de çok sağlam " diyordu ya da sadece " dal dal " diye bağırıyordu. O zaman hepimiz dayak yemiş gibi olmamak adına öne eğiliyorduk aman kafalar tokuşmasın diyorduk. 

Bir ara aracımız durdu ne olduğunu  anlayamadan rehberimiz bir tutam kekik kopardı. Ben hiç taze kekik görmemiştim. Mis gibi kokuyordu. Arabanın tavanına astık. Yol boyunca aracımız mis gibi kekik koktu. Biz de toplayalım eve götürelim dedik ama bitki toplamak yasakmış Kazdağlarında.

 Bir yanda uçurum bir yanda araca kadar giren arada şöyle bir tokatlayan ağaç dalları derken hopidik hopidik yüreğimiz ağzımızda epey gittikten sonra Dereçatı mevkinde mola verdik. 



Hemen ayaklarımı buz gibi suya soktum. Elimi yüzümü mis gibi suyla yıkadım.

Burada geçirdiğim o bir saat hayatımın en güzel zamanlarından birisi idi.

Burası o kadar güzel ki...

Bir kere burada sadece biz vardık. Suyun şırıltısından başka hiçbir ses yoktu.  Her taraf tertemizdi. En ufak bir insan kalıntısı mesela izmarit plastik bardak su şişesi vs  bulunmuyordu. Su o kadar berrak temiz idi ki hala böyle bakir kalabilmiş yerlerin var olduğunu bilmek iyi geldi.

Rehberimizin hazırladığı köfte ekmekleri ayaklarım suda iken yedim.  Ardından bir bıçak darbesi ile çatırt diye bölünen mis kokulu karpuz....

O karpuzu soğusun diye suyun içinde bir taşın  yanına  koymuştuk.  Karpuzun buz gibi soğuk sudaki halini, o görüntüyü bile  unutmak istemiyorum.

Yemek molasından sonra Ayı Deresine geçtik. 

Burada gerçek bir trekking aktivitesi gerçekleşti. Şelaleye ulaşmak için taşların arasında epey yürüdük.

Sonrasında ise gerçekten tehlikeli bir noktaya geldik. Çok dar taşların arasından geçmek ve aşağı  inebilmek için merdiven kullanmamız gerekti. Merdivenlerin birinin basamağı kırıktı ve hiçbiri duvara sabitlenmemişti. Grupta hiç kimse inmeye cesaret edemedi. Ben bir cesaretle aşağı indim ama Uğur'un güçlü kuvvetli kolları olmasa pek de cesaret edemeyebilirdim. Kalbim baya çarptı . Yarım saat falan elim ayağım  titredi. 

Şu anda fotoğraflara bakarken bile ürperiyorum.



Aşağı inince gölün kenarına bir taşa oturduk ayaklarımızı göle sarkıttık.  Termosumu getirmiştim güzel bir çay keyfi yaptık. Uğur üşenmeyip ta buralara kadar termosumu getirdiğimi görünce başta ufak çaplı bir şok  yaşadı. Diğerlerini de çağırdık ama kimse aşağı in-e-medi. Bir ara kızlar babaları ile inme teşebbüsünde bulundular ama sonra vazgeçip geri döndüler.

Geri dönüş yolu biraz daha kolaydı. Ama aracımızın  yanına vardığımızda bu yola alışık  olmayan arkadaşlardan bazıları resmen bitmişti. Daha da yürüyecek halleri kalmamıştı. Biraz da burada mecburen soluklanmak durumunda kaldık. Bol bol buz gibi Kazdağı suyu içip  rehberimizin anlattığı öyküleri dinledik.

Buradan da ayrıldığımızda arkadaşlar epey yorgundu. Bazıları uyuyakaldılar.

Böbreklerde ne kadar taş varsa döküldüğünde emin olduğum  geri dönüş yolunda bazı yerlerde arkadaşlar  arabadan  inmek dahi istemediler.

En son olarak da Avcılar köyünde bir kahve molası verdik. Önce üzerimizdeki tozu pası çırptık -gerçekten de tozun içinde yuvarlanmış gibi oluyorsunuz- elimizi yüzümüzü gürül gürül akan köy çeşmesinde  yıkadık. Bir de yan tarafta köyün içinden geçen bir minik derecik akıyordu orada da ayaklarımızı yıkadık. Kahveye geçtik.

Bu kahvede de manzara çok güzeldi.  Epey burda oturup hep beraber sohbet ettik. (Kendi aralarında dahi mecburiyet dışında pek konuşmayan anne baba ve kızları hariç elbette)

Akçay'a döndüğümüzde  akşam  18:00 olmuştu.

  Güzeldi.

Arabamı sabah açık hava alışveriş  merkezine bırakmıştım. Parkettiğim yere geldiğimde hadi biraz da alışveriş  yapayım  dedim. Yasa alışveriş merkezininde dükkanları  gezdim. Sonra içimden eve dönmek gelmedi. Annemler denize gitmiş. Aman evde ne yapayım diyerek 25 km ötede Pelitköy 'e geldim. 

Defnecik denizde idi. 

Deniz her zamanki gibi soğuktu ama yüzülebilir durumda idi. Bol bol yüzdüm. Güneşin  batışını  seyrettik. Sahilde uzun bir yürüyüş  yaptım. 

Akşam epey yorulmuşum. İçerisi çok sıcaktı,  terasta yıldızların altıda uyudum.

Dünki epey yorucu günün ardından bugün her yanım ağrıyor. Sabah resmi bazı işlemleri hallettik. Şimdi yine Pelitköy'e geldik. Denize karşı oturdum bir yandan Defne'yi izliyorum bir yandan bunları yazıyorum.  Bacaklarım müthiş  ağrıyor ama yine de şimdi denize gireceğim. Çünkü  minik Defnecik hiç durmaksızın beni çağırıyor. 

" Annee mayonu giy de gel"

Herkese mutlu günler...

1 yorum: