Bugün okuldan gelince şöyle bir uzandım, gözlerimi kapadım, tam uykuya dalarken yataktan fırladım. Hava patlamıştı. Evet gerçekten burada hava patlıyor. Bir anda korkunç sesli rüzgarlar çıkıyor, bütün toz toprak, inşaat kağıtları, çöpler havalarda uçuşuyor. Mesela bir keresinde okuldan çıktığımda yine hava patlamıştı; yüzüme bacaklarıma pet şişeler kurşun hızıyla çarpıyordu, yüzüm zarar görmesin diye geri geri giderek eve vardım. Evi uzak olan hocalar hava yumuşayıncaya kadar okulda beklemeyi tercih ettiler. İşte dediğim gibi bu akşam da patlamıştı. Hemen balkondaki minik kaktüslerimi ve burada ilk yaprakları çıkan küçük mum çiçeğimi içeri aldım. Çöl rüzgarları gelmişti. Hava sapsarıydı. Akşam yürüyüşü için dışarı çıktığımda ağzıma çıt çıt kum taneleri geliyordu. Öyle bir değişik hava işte. Bu çöl rüzgarları bereketli Mezopotamya için çok faydalıymış, bitkilerin ihtiyacı olan mineralleri içeriyormuş. Allah'ın hikmeti işte.
Bugün notları da verdim, bir ödülü hak ettim diyerek kendime çok sevdiğim cevizli keklerden aldım bir de bir kitap: Mina Urgan Bir Dinazorun Gezileri. Mis kokulu çayımı içerken, cevizli havuçlu ekimi yerken okudum yeni aldığım kitabımı. Beni okurken güldürebilen nadir insanlardan biridir Mina Urgan. Akşam akşam keyfim çok yerine geldi. Ben de bu yazıyı yazayım dedim. Hatta o kadar keyifliyim ki internetimin yine çekmiyor olması bile beni sinirlendirmiyor. Mesela bu yazıya planladığım resimleri yine ekleyemeyeceğim, internet hızım buna izi vermiyor maalesef ...
Son olarak Mina Urgandan okuduğum bir alıntıyla veda edeyim;
Bunca felaket bunca zulüm, bunca haksızlıklarla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzlukları ile övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermemek , büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip , küçük mutluluklara sığınmak , onlarla yetinmektir asıl marifet olan...
Hoşçakalın...
29 Mayıs 2012 Salı
7 Mayıs 2012 Pazartesi
İLK İZLENİMLER
Hiç bir beklentin olmazsa bulduğun, gördüğün her yeni şey seni mutlu ediyormuş gerçekten. Tamamen beklentisiz geldim Mardin'e. Otelden dışarı yiyecek bir şeyler almak için çıktığımda ilk gördüğüm yer Migros oldu. Migros'u gördüğüme bu kadar sevineceğimi hiç tahmin edemezdim. İstanbul'da hiç gitmemişimdir ama burada eski bir dost görmüş gibi beni gülümsetti. Sonra güzel modern bir cafeterya gördüm. Gezdikçe her gördüğüm dükkan beni daha da mutlu etti.. aaa Teknosa varmış , aaa Mado da varmış burada gibi. Köy büyüğü bir şehir bekliyordum, umduğumdan daha modern bir şehirle karşılaştım. Mardin Yenişehir de gayet geniş ferah caddeler var, ulaşım derdi yok istediğin yere istediğin saatte 5-10 dakikada varıyorsun ( İstanbul trafiğinden sonra bir ohh çektim) Güzel ve modern binalar var ve yeni bir şehir inşa etmek için hummalı bir çalışma var.
Bazen şalvarlı amcalar görüyorum, o kadar tatlılar ki... Boydan ferah elbise giyen amcalar, puşi takan amcalar... Sonra çeneleri ve alınları dövmeli yaşlı teyzeler var, yöresel elbiseler giyiyorlar başlarına değişik bir şekilde örtüyorlar. Mardinin insanları iyi giyimli ve bakımlı... Yeni nesil modern hanımlar çocuklarını parka götürürken bile topuklu ayakkabı giyiyorlar.
Mardinliler en az üç dil biliyorlar; Kürtçe, Arapça, Türkçe... Minibüste, alışverişte, resmi mekanlarda , sınıflarımda kısacası sen Türkçe konuşmadığın müddetçe ya Kürtçe ya da Arapça konuşuyorlar. Hiçbir şey anlamıyorum. Yabancı ülkeye gitmişim gibiyim. İlk zamanlar Türkçelerini bile anlayamıyordum. Aslında hala anladığımı söyleyemem.
Kısaca ilk izlenimlerim çok iyi . Mardin güzel bir şehir, insanları da güzel.
Bazen şalvarlı amcalar görüyorum, o kadar tatlılar ki... Boydan ferah elbise giyen amcalar, puşi takan amcalar... Sonra çeneleri ve alınları dövmeli yaşlı teyzeler var, yöresel elbiseler giyiyorlar başlarına değişik bir şekilde örtüyorlar. Mardinin insanları iyi giyimli ve bakımlı... Yeni nesil modern hanımlar çocuklarını parka götürürken bile topuklu ayakkabı giyiyorlar.
Mardinliler en az üç dil biliyorlar; Kürtçe, Arapça, Türkçe... Minibüste, alışverişte, resmi mekanlarda , sınıflarımda kısacası sen Türkçe konuşmadığın müddetçe ya Kürtçe ya da Arapça konuşuyorlar. Hiçbir şey anlamıyorum. Yabancı ülkeye gitmişim gibiyim. İlk zamanlar Türkçelerini bile anlayamıyordum. Aslında hala anladığımı söyleyemem.
Kısaca ilk izlenimlerim çok iyi . Mardin güzel bir şehir, insanları da güzel.
BETÜL MARDİNİ
İstanbul'dan sonra gidilebilecek en güzel yer olarak göründü bana Mardin. Zaten tercih edebileceğim çok az şehir vardı. Her ne kadar ilk tercihlerimi Artvin Arhavi ve Rize'nin ilçelerini yazsam da içimden hep keşke Mardin ya da Van çıksa diyordum. Veee nihayet Mardindeyim.... İşe başladım, yerleştim, eee alıştım da sayılır...
Mardin çok özel bir şehir. Dünyada iki şehir toptan koruma altına alınmış; biri Venedik, diğeri ise Mardin... Pek çok kültürün harmanlandığı, pek çok kültürün yüzyıllardır yan yana dip dibe yaşadığı gerçek bir kozmopolit bir mekan. Mardinle ilgili anlatılacak çok şey var , sonra anlatacağım.
Mardine ilk geldiğimde sanki başka bir ülkeye inmiş gibi hissettim. Atatürk Hava Limanının devasa, işlek, profesyonel, capcanlı havasından sonra Diyarbakır Havaalanı sanki bir köye gelmişim hissini uyandırdı. Daha güneş doğmamıştı İstanbul'dan havalandığımda. Tepeden E-5 ve TEM aort atardamarı gibi görünüyordu. Sanki İstanbul bir kalpti, atıyordu... Diyarbakır'a varırken güneş doğmuştu ama aydınlık, parlak, ışıldayan bir şehir değil, kapkara, sevimsiz bir şehir karşıladı beni. (Lütfen Diyarbakırlılar kızmasın) Oradan Mardine gidecek araç için yola koyuldum. Sanki 1970'li yıllarda kalmış buralar, sanki zaman donmuş burada asılı kalmış. Leş gibi sigara kokan, kapkara, pim pis eski hurda bir minibüse binip Mardin'e doğru yola çıktım. Bu söylediklerimden karamsar mutsuz olduğumu sakın zannetmeyin. Tam aksine Afganistan'da seyahat eden bir turist edasıyla tüm bu olumsuz koşullardan zevk bile aldım diyebilirim. Başka bir memlekete gelmiştim, koşullarında katlanacaktım. Yollar dümdüzdü. Arada köyler görüyordum, burada nasıl yaşıyorlar, nasıl vakit geçiyorlar dediğim köyler; kapkara, ağaçsız, pis, hiçbir güzellik barındırmayan köyler...
Sonra Mardin.....
Sonra çok yoğun günler ...
Resmi işlemler
Bir MEB, bir okul...
Ev bul, tekrar İstanbul , toplan, taşın , geri Mardin, tekrar yerleş, Tam 7 kilo vermişim bu keşmekeşte. Yeniden bir hayatı düzene sokmak ne kadar da zormuş.
Mardin çok özel bir şehir. Dünyada iki şehir toptan koruma altına alınmış; biri Venedik, diğeri ise Mardin... Pek çok kültürün harmanlandığı, pek çok kültürün yüzyıllardır yan yana dip dibe yaşadığı gerçek bir kozmopolit bir mekan. Mardinle ilgili anlatılacak çok şey var , sonra anlatacağım.
Mardine ilk geldiğimde sanki başka bir ülkeye inmiş gibi hissettim. Atatürk Hava Limanının devasa, işlek, profesyonel, capcanlı havasından sonra Diyarbakır Havaalanı sanki bir köye gelmişim hissini uyandırdı. Daha güneş doğmamıştı İstanbul'dan havalandığımda. Tepeden E-5 ve TEM aort atardamarı gibi görünüyordu. Sanki İstanbul bir kalpti, atıyordu... Diyarbakır'a varırken güneş doğmuştu ama aydınlık, parlak, ışıldayan bir şehir değil, kapkara, sevimsiz bir şehir karşıladı beni. (Lütfen Diyarbakırlılar kızmasın) Oradan Mardine gidecek araç için yola koyuldum. Sanki 1970'li yıllarda kalmış buralar, sanki zaman donmuş burada asılı kalmış. Leş gibi sigara kokan, kapkara, pim pis eski hurda bir minibüse binip Mardin'e doğru yola çıktım. Bu söylediklerimden karamsar mutsuz olduğumu sakın zannetmeyin. Tam aksine Afganistan'da seyahat eden bir turist edasıyla tüm bu olumsuz koşullardan zevk bile aldım diyebilirim. Başka bir memlekete gelmiştim, koşullarında katlanacaktım. Yollar dümdüzdü. Arada köyler görüyordum, burada nasıl yaşıyorlar, nasıl vakit geçiyorlar dediğim köyler; kapkara, ağaçsız, pis, hiçbir güzellik barındırmayan köyler...
Sonra Mardin.....
Sonra çok yoğun günler ...
Resmi işlemler
Bir MEB, bir okul...
Ev bul, tekrar İstanbul , toplan, taşın , geri Mardin, tekrar yerleş, Tam 7 kilo vermişim bu keşmekeşte. Yeniden bir hayatı düzene sokmak ne kadar da zormuş.